15 Mayıs 2011 Pazar

NEW DEAL POLİTİKASI


Büyük Bunalım adı verilen ve 1929 yılından itibaren bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin sürdüğü 1932 yılında, ABD'de yapılan başkanlık seçimini F. D. Roosevelt kazandı. Cumhuriyetçi Parti'nin başkanı Hoover'den görevi devralan yeni başkan Roosevelt'in ABD ekonomisini bunalımdan çıkarmak için uygulamaya koyduğu ekonomik, sosyal ve siyasal nitelikli önlem lerin tümüne "New Deal" (Yeni Görüş) adı verilmektedir.
Başkan Roosevelt ülkesini içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkarmak için, liberal kapitalizm yerine, müdaheleci, düzenleyici ve yol gösterici bir ulusal iktisat politikası oluşturmaya çalıştı. Tarımsal ürünlerin fiyatlarının hızla düşmesi, çiftçilerin banka borçlarını ödeyemez hale gelmesi, küçük bankaların büyük çoğunluğunu iflâsa sür.klemiştiü Sanayi kesiminde piyasadaki durgunluk nedeniyle stoklar artmış ve üretim hızla azalmıştı.

1929 yılında ülkedeki işsizlerin sayısı 4,6 milyon iken 1933'de 13 milyona ulaşmıştı. Bu ekonomik ve sosyal bunalımı kontrol altına almak için Başkan Roosevelt, Amerikan iktisat tarihinde önemli yeri olan devletözel sektör ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına yol açan 13 önemli yasayı yürürlüğe koydu. 1933 ortalarında birbiri ardı sıra çıkarılan düzenleme yasalarıyla ekonomiye yeniden işlerlik kazandırma dönemi başladı.

Bu yasalar arasında ABD'nin planlama deneyinde önemli yeri olan TVA'nın (Tennesse Valley Authority) kuruluş yasası da vardı. Bankacılık sistemini düzenleyen yeni yasa, bankaların borsalardaki spekülasyonları besleyecek krediler vermelerini engelleyecek ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruyacak yönde önlemler getirmişti. Devlet "Yeniden İnşaa Finansman Kurumu" aracılığıyla bankalara ve sanayi kesimine aktardığı fonlarla eşi görülmemiş düzeyde piyasaya kredi sağlama yoluna gitti.

New Deal sanayi kesiminde üretim, piyasa ve işçi-işveren ilişkileri konularında önemli yenilikler içeren önlemler getirmişti. Sanayide durgunluğu gidermek için aşırı üretimin engellenmesi, ücretlerin artırılması, iş saatlerinin kısılması ve fiyatların yükselmesi öngörülmüştü. Özellikle yükselen ücretlerin toplam talebi canlandıracağı, dolayısıyla satışları artıracağı ve birikmiş stokların erimesine yol açacağı hesaplanmıştı. Özel kesime yönelik destekleyici ve özendirici önlemlerin yanında kamu yatırımları ve hizmetleri için önemli fonlar ayrıldı.

Bu alandaki çalışmaları düzenlemekle görevlendirilen PWA (Public Works Administration) 1935-1942 yılları arasında toplanan 13,2 milyar dolarlık kaynağı kullanarak yeni iş alanlarının açılmasına katkıda bulunduü PWA aracılığıyla, anılan dönem içinde 122 bin konut, 664 bin mil yeni yol, 77 bin yeni köprü ve 285 yeni havaalanı yapımı tamamlandı.

Çıkarılan "Tarımsal Uyum Yasası" tarım kesiminde üretimin ve fiyatın belirlenmesinde devlete geniş yetkiler verirken, üreticilerin satın alma gücünün bunalım öncesindeki düzeye yükseltilmesi öngörülmüştü. Başkan Roosevelt ormanlaştırma, su baskınlarının önlenmesi ve toprağın korunması gibi projeleri yürürlüğe koyarak, 300 bin kişinin işe alınmasını sağladı.

1935-1942 arasında Kuzey Dakota'dan Teksas'a uzanan 200 milyonluk bir ağaç kuşağı meydana getirildi. Başkan F. D. Roosevelt'in uyguladığı "New Deal" politikası ABD'de olduğu kadar Batı Avrupa ülkelerinde de yeni düşünce ve politikaların ortaya çıkmasına neden oldu.

Roosevelt yönetimi toplumdaki çeşitli çıkar gruplarının varlığını kabul eden ve bu grupların isteklerini uzlaştıran bir çözüm getirdi. Büyük iş çevrelerine karşı çeşitli devlet kontrolleri uygulanırken, karşı bir güç olarak işçi kuruluşlarının örgütlenmesi ve güçlendirilmesi sağlandı. Ayrıca sanayi kesimi ile çıkarları çelişen tarım kesiminin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına destek verildi. Fakat yönetimin tüketicileri karşı bir güç olarak örgütleme çalışmaları yeterince başarılı olmadı.

Kısaca denebilir ki, Başkan Roosevelt'in "New Deal" dönemi ekonomik ve sosyal yönden çöken liberal kapitalizmi, yeniden işler hale getirmek için ekonominin işleyişine devletin en geniş ve sistematik şekilde müdahale ettiği dönemdir.

II. DÜNYA SAVAŞI

1. Dünya Savaşı'nın sonunda Almanya yenilmiş ve ağır koşullar içeren bir antlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı. Almanlar 1919'da imzalanan Versay Antlaşması'nın haksız maddeler içerdiğini ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. 1920'lerde büyük ekonomik güçlüklerle karşı karşıya kalan Almanya'da 1933'te Adolf Hitler önderliğindeki Naziler iktidara geldi. Hitler,bir yandan Versay Antlaşması'nın geçersiz sayılmasına çalışırken,öte yandan da silahlı kuvvetlerini yeniden toparladı.
1919'da barışı korumak ve uyuşmazlıkları çözümlemek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti,bu görevleri yürütebilmek için gerekli olan yaptırım gücünden yoksundu. ABD bu örgütün dışında kaldı; öbür üyeler arasında da kararlara uymayan devletlere karşı zor kullanma konusunda görüş birliğine varılamadı. Bu sorun, 1931'de Japonya'nın protestolara aldırmayarak Cin'in Mançurya bölgesini ele geçirmesiyle iyice açığa çıktı. Japonya 1930'lar boyunca gücünü arttırdı. 1935'te faşist Benito Mussolini yönetimindeki İtalyanlar,Etiyopya'yı işgal ettiler. Milletler Cemiyeti bu kez de etkin önlemler alamadı.
Bu zayıflıktan yararlanan Hitler, 1936 Mart'ında Almanya'nın Ren Irmağı'nın batısında kalan topraklarına askeri birliklerini gönderdi. Oysa 1925'te Almanya ile Milletler Cemiyeti arasında yapılan antlaşmaya göre bu bölgede hiçbir devlet asker bulunduramayacaktı. Milletler Cemiyeti bu konuda da protestolar dışında yaptırım uygulamadı. Ardından İtalya ve Almanya,İspanya'daki iç savaşta cumhuriyetçi yönetime karşı faşist General Francisco Franco'nun saflarında savaşmak üzere asker gönderdi. böylece yeni silah ve uçaklarını da denediler. Yeni toprak kazanımları ve dünya egemenliği için Almanya,İtalya ve Japonya, Berlin-Roma-Tokyo Mihveri diye adlandırılan bir ittifak kurdular. Bu yüzden bu ülkeler Mihver Devleri adıyla anıldı.
1937'de Japonya,Çin'e karşı topyekun bir savaş başlattı. Bir yıl sonra Almanya,Avusturya'yı işgal etti; ardından da Çekoslovakya'da Alman asıllıların çoğunlukta olduğu Südet bölgesi üzerinde hakkı olduğunu ileri sürdü. İngiltere ve Fransa,Çekoslovakya'yı Hitler'in bu isteğine boyun eğmesinin yararlı olacağına inandırdı ve Eylül 1938'de yapılan Münih Antlaşması'yla bölge Almanya'ya bırakıldı. 6 ay sonra Hitler başkent Prag'ı bombalayacağını söyleyerek gözdağı verince Çekoslovakya Almanya'nın boyunduruğuna girdi.
Almanya'nın sonraki kurbanı 1. Dünya Savaşı'nın ardından bağımsız bir devlet olarak yeniden kurulan Polonya'ydı. İngiltere ve Fransa bu kez Alman saldırısına karşı Polonyalılara yardım edecekleri konusunda kesin güvence verdiler. Almanya,Polonya'ya saldırınca da 2. Dünya Savaşı başlamış oldu.
Avrupa'da Savaş Başlıyor:
Almanya Ağustos 1939'da SSCB ile 0 yıl geçerli olacak bir saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra,1 Eylül'de Polonya'ya girdi. İngiltere ile Fransa sözlerini tutarak 3 Eylül'de Almanya'ya savaş ilan etti. Avusturya,Kanada ve Güney Afrika'nın da aralarında bulunduğu başka ülkeler de İngiltere ve Fransa'nın yanında yer aldı. Ama Müttefikler,Alman kara ve güçlerince hızla işgal edilen Polonya'ya yardım edemdi.17 Eylül'de SSCB de doğudan Polonya'ya girdi. Polonya teslim oldu. 80 bin kadar Polonya askeri mücadeleyi sürdürmek amacıyla önce Romanya'ya daha sonra da Fransa'ya giderek burada toplandı.
Ekimde SSCB, olası bir Alman saldırısına karşı bir batıda 'tampon devletler' oluşturmak amacıyla,üç Baltık ülkesini, Estonya,Letonya ve Litvanya'yı işgal etti. Ardından SSCB,Finlandiya'dan birliklerine Finlandiya topraklarına girme hakkının verilmesini istedi. Finlandiya SSCB'nin koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.
Bunlar olurken batı oldukça hareketsizdi. Fransa,Alman sınırında Maginot Hattı adıyla anılan savunma hattını kurdu. Kuzeydeki İngiliz birlikleri,Belçika'nın savaşa girmemesi nedeniyle Almanlar'la hiç karşılaşmadı.
1940 Nisan'ında Almanlar,Norveç'e saldırdı. Amaçları denizaltıları için üsler kurmak ve İsveç'in kuzeyindeki madenlerden çıkartılarak denizyoluyla Norveç'in Narvik limanına getirilen demire el koymaktı. Alman birlikleri gemilerle geldi ve bir bölümü hiçbir engele karşılaşmazsınızın Norveç kıyılarına çıktı. Bir bölümü de İngiliz deniz güçleriyle,iki tarafın da eşit kayıplar verdiği sert çatışmalara girdi. Ama Almanlar kısa sürede Norveç'te Müttefikler'in asker çıkarma girişimlerini önleyebilecek hava üsleri kurdular. Norveç 9 Haziran'da teslim oldu. Almanlar'ın nisanda saldırdığı Danimarka da pek az direnebildi.
10 Mayıs 1940'ta başlayan Alman saldırısı,kısa sürede Belçika,Hollanda ve Lüksemburg'un işgaliyle sonuçlandı. Yardıma gelen İngiliz ve Fransız orduları da püskürtüldü. 13 Mayıs'ta Sedan'da Alman tankları Meuse Irmağı'nı geçti ve Fransa'nın içlerine doğru ilerledi. Hollanda 14 Mayıs'ta teslim oldu. Alman tankları kuzeye,kıyıya doğru ilerledi ve geri çekilen Müttefikler'in önünü kesit. Belçika 27 Mayıs'ta teslim oldu.
Belçika'da sıkışıp kalan İngiliz ve Fransız birlikleri büyük kayıplar verdi. İngiliz deniz güçlerinin yardımıyla Dunkerque kıyılarından 346 bin kadar Müttefik askeri kurtarıldı; ama silah,araç ve gereçler geride bırakıldı.
14 Haziran'da Almanlar Paris'e girdiler, 22 Haziran'da da Fransızlar ateşkes antlaşmasını imzaladılar. Alman güçleri Kuzey Fransa'yı ve bütün Atlas Okyanusu kıyılarını işgal etti. Mareşal Henri Philippe Petain Vichy'de Almanlar'ın denetiminde bir hükümet kurdu. İngiltere'de bulunan General Charles de Gaulle savalın sonuna kadar varlığını koruyan Çzgür Fransa Hareketi'ni kurarak işgalcilere karşı direnişe geçti. İngiltere'de ayrıca 'özgür' Polonya,Norveç,Belçika,Hollanda ve Çek askeri birimleri de oluşturdu.
Hitler bir sonraki hedef olarak İngiltere'yi seçti. Alman hava kuvvetleri Güney İngiltere'deki havaalanlarını ve limanlarını her gün bombalamaya başladı. İngilizler'in kesin direnişiyle karşılaşan Almanlar,ardından Londra'yı ve İngiltere'nin iç bölgelerindeki kentleri de bombaladı. Bu baskınlar pek çok sivilin ölümüne ve büyük zarara yol açtı. Buna karşılık İngiliz hava kuvvetleri de Fransa ve Belçika limanlarında askerleri Manş Denizi'nden geçirmek üzere toplanmış Alman gemilerini batırdı. İngiltere göklerinde Ağustos-Ekim 1940 arasında yapılan üstünlük savaşından sonra,Alman hava saldırıları gece bombardımanlarına dönüştü; 1941 ortalarına kadar İngiltere'deki kentler yoğun hava akınlarının hedefi oldu. Haziran 1940'tan sonraki bir yıl içinde yaklaşık 43 bin sivil yaşamını yitirdi;50 bin kişi ağır yaralandı.
Almanya SSCB'ye Saldırıyor:
Hitler'in SSCB ile 1939'da yaptığı saldırmazlık paktının asıl amacı,Almanya'nın aynı hem batıda,hem doğuda savaşmak zorunda kalmasını önlemekti. 1940'ta Alman orduları Fransa'yı göçertip İnglizler'i Avrupa'dan sürünce Hitler, SSCB'ye saldırmaya karar verdi. Hızlı bir harekatla SSCB üzerinden Ortadoğu'ya inmeyi tasarlamıştı. SSCB'ye saldırı Napolyon'un 1812'deki başarısız Rusya seferinden bir gün önce 22 Haziran 1941'de başladı. Finlandiya,Bulgaristan,Macaristan ve Romanya da SSCB'ye savaş açtılar. Savaş başlangıçta Almanlar için oldukça olum gelişti. Almanlar sonbaharda Leningrad kentine, aralık ayında da Moskova'nın banliyölerine ulaştılar. Daha güneyde de Don Iramağı ağzındaki Rostov kentine ulaştılar,ama kış gelince Alman birlikleri yorulmuş, savaşma güçleri azalmıştı.
Ardından SSCB'nin karşı saldırısı başladı. Hitler'in tasarılarında bu harekatın kıl gelmeden tamamlanması öngörüldüğü için,Alman askerlerinin giysileri soğuk kış günlerine uygun değildi. Büyük kayıplar verdiler ve SSCB'nin içlerinde tutunabilmelerine karşın başlangıçtaki güçlerini bir daha kazanamadılar.
1942'de Hitler, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında bulunan Kafkasya petrol yataklarını ele geçirmeyi hedefledi. Bir Alman ordusu ağustosta Maykop'taki petrol merkezine ulaştı. Daha kuzeydeki Stalingrad kentine yönelik saldırıları ise başarısız oldu. SSCB birlikleri kenti sonuna kadar savundu ve kış bastırınca karşı saldırıya geçtiler. 250 bin kişilik Alman ve Romanya birliklerini kuşattılar ve şubat 1943'te bu birlikler teslim oldu. SSCB'nin 2. Dünya Savaşı ,'nın en büyük kara çarpılmasındaki başarısı Almanlar'ı,Kafkasya'dan çekilmek zorunda bıraktı. 1943 yazı başlarken SSCB orduları Almanlar'ı geri sürdü ve 1944 balında Polonya'ya, çok geçmeden de Romanya'ya girdi. Bu savaşta SSCB büyük yıkıma uğradı ve yaklaşık 20 milyon insanını yitirerek 2. Dünya Savaşı'nda en çok can veren ülke oldu.
ABD Savaşa Giriyor:
ABD savaşta tarafsız kalmasına karşın İngiltere'ye destek sağlıyordu. Çrneğin, 1940'ta ABD,deniz kuvvetlerinin 50 destroyerini İngiltere'ye ödünç vermişti.
7 Aralık 1941'de Pazar günü sabah saatlerinde,Japon uçak gemilerinden havalanan 360'ın üzerinde savaş uçağı, Hawaii Adaları'ndaki Pearl Harbor deniz üssünde bulunan ABD savaş gemilerine saldırdı. Japonlar bombaladıkları sekiz savaş gemisinden altısını batırdı ya da çalışamaz duruma getirdi; ama üssü kendisi pek zarar görmedi. Uçak gemileri o anda başka bir yerde olduğu için bu saldırıdan kurtuldu. Bu olay üzerine ABD kongresi, 8 Aralık 1941'de Japonya'ya, üç gün sonra da Almanya ve İtalya'ya savaş ilan etti.
Pearl Harbor baskınıyla aynı gün, Formoza'dan kalkan Japon uçakları Filipin Adaları'na saldırdı. Bu adalar daha sonra Japon birliklerince işgal edildi. General Douglas MacArthut komutasındaki ABD ve Filipin güçleri yenildiler ve bölgeyi boşaltmak zorunda kaldılar. Japonlar 1942 Mayıs'ında Filipinler'i ele geçirdiğinde 36 bin kadar asker ve 25 bin sivili esir aldı. Japonlar ,saldırını sürdürerek ABD'den Guam ve Wake adalarını,İngiltere'den de Hong Kong'u aldılar. Japon askerleri Taylan üzerinden hareketle Malaya'yı da işgal etti ve yarımadanın alt bölümlerine,Singapur'a doğru ilerlediler; Singapur 1942 şubat'ında teslim oldu.Daha sonra,Saravak,Brunei,Borneo,Timor,Cava,Sumatra,Selebes,Yeni Britanya,Solomon Adaları,Yeni Gine'nin doğusu,Gilbert Adaları da Japonya'nın eline geçti. Buraları savunmaya çalışan Müttefik deniz güçleri büyük kayıplar verdi,askerlerinin pek çoğu öldü ya da esir edildi.
Bu saldırılar sonucunda Japonya,Güney doğu Asya'nın denizden ulaşımını denetleyen adaları ele geçirdi. Japonlar ayrıca Çinhindi ve Taylant'dan geçerek Birmanya'yı da işgal etti ve oradaki İngiliz birliklerini Hindistan'a çekilmek zorunda bıraktılar. Güneydoğu Asya'da kurdukları üslerden Avustralya'ya hava saldırıları düzenlediler.
Batıdaki Deniz Savaşları:
Savaş başladığında İngiltere ve Fransa'nın güçlü donanmaları vardı. Alman donanması ise, daha küçük olmakla birlikte, modern ve etkiliydi. Uçak gemisi yoktu,ama güçlü savaş gemiler ve hızla artan denizaltı gücüyle ticaret gemilerine büyük zararlar verebiliyordu.
Akdeniz'ed İngiliz deniz gücünün üstünlüğü sayesinde,asker ve erzak taşıyan düşman gemileri batırılarak Kuzey Afrika harekatına yardımcı olundu. Ne var ki, İngiliz donanması da Alman denizaltılarının ve kıyıda üslenmiş savaş uçaklarının yarattığı tehlike yüzünden İngiliz gemileri Batı Çölü'ndeki savaş için gerekli desteği Cebelitarık Boğazı ve Akdeniz'den getirmek yerine,çoğunlukla Çmit burnu ve Süveyş kanalı yolunu izleyerek sağladılar.
Durmaksızın bombalanan Malta yalnızca denizaltılar ve küçük gemilerce kullanılabiliyordu. Bu yüzden İngilizler'in ana deniz üssü Mısır'da,İskenderiye'deydi. Zaman zaman Alman savaş gemileri Müttefik ticaret gemilerine saldırmak üzere Atlas Okyanusu'na açılıyordu. Daha sonra da ticaret gemisi görünümde,silahlandırılmış gemiler göndermeyi sürdüler.
Atlas Okyanusu'ndaki asıl savaş Alman denizaltılarıyla oldu. Bu savaş gece gündüz durmaksızın sürdü. Müttefikler'in,asker,savaş araç ve gereçleri de taşıyan ticaret gemileri konvoylar oluşturarak savaş gemilerinin koruması altında yol alabiliyorlardı. Uçak gemilerinden ve kıyıdaki hava üslerinden kalkan savaş uçakları da deniz savaşlarına katılıyordu,ama Alman denizaltılarına engel olmak çok güçtü. Savaş süresince bu denizaltılar Müttefikler'in 23.351 ticaret gemisini batırdı. Buna karşılık 782 Alman denizaltısı yok edildi.
Kuzey Afrika Çıkarması:
Müttefikler,mihver güçlerini yenmek için,önce Almanya'yı yenmek gerektiğini düşünüyordu. 1942'de Kuzey Avrupa'yı geri alacak güçleri olmayan Müttefikler,düşmanu önce Kuzey Afrika'dan sürmeye karar verdiler. Bu nedenle,General Dwight D. Eisenhower komutasındaki İngiliz ve ABD askerlerinden oluşan 100 bin kişilik bir kuvvet Fas ve Cezayir kıyılarına çıkarma yaptı.
Bu ülkeler,o sırada Vichy Fransa'sının denetimindeydi. Vichy yönetimi önce bu çıkarmaya karşı çıktıysa da,hemen ardından Müttefler'le işbirliğine girdi. Müttefikler önce doğuya,Tunus'a doğru ilerledi,ama Akdeniz üzerinden hava ve denizyoluyla getirilen güçlü Alman birliklerince durduruldu.
1943 Ocak ayı sonunda Montgomery'nin ordusu Batı Çölü'nü geçerek Tunus'a girdi. Zorlu çarpışmalardan sonra Müttefik orduları Mayıs 1943'te Alman ve İtalyan kuvvetlerini çökertti ve Mihver ordularının ancak küçük bir bölümü esir düşmekten kurtulabildi.
Müttefikler Kuzey Afrika'daki başarılarını,1943 Temmuz'unda Sicilya'yı işgal ederek sürdürdü. Bu harekat,limanları ele geçirerek değil,açık plajlara asker çıkararak yürütüldü. Daha önce önemli yol ve köprüleri ele geçirmek üzere planör ve paraşütlerle hava birlikleri indirilmişti. Ağustosun ortalarında ada ele geçirildi.
Sicilya'nın yitirilmesi ve İtalya'nın Müttefiklerce bombalanması İtalya diktatörü Bento Mussolini'yi çekilmeye zorladı. Eylül başlarında İtalya teslim oldu ve Malta'daki donanmasına el kondu. Bu olay İtalya'da Müttefikler ile Almanları karşı karşıya bıraktı.
Müttefik güçler 3 Eylül'de güney İtalya'ya birkaç gün sonra da Salerno Körfezi'ne çıktılar. Almanlar inatla direndiler. Ekimde Napoli'ye ulaşan Müttefikler yarımadanın ortalarında güçlü bir Alman savunması tarafından durduruldu.
1944 Ocak'ında Müttefikler, Anzio'ya çıkarak bu savunma hattının ardına geçmeye çalıştılar. Aynı zamanda bu hattın asıl güçlü noktası olan Cassino'ya yönelik saldırılar düzenlediler. Müttefikler Polonya birliklerinin Cassino'yu almasından sonra Anzio'daki kuvvetlere katılmak üzere kuzeye doğru ilerlemeyi başardılar. 4 Haziran'da Roma alındı.
Avrupa'da Savaşın Sonu:
İtalya'daki Müttefik güçler 13 Ağustos 1944'te Floransa'yı aldı. Almanlar bunun üzerine Pisa ile Rimini arasında bir savunma hattı oluşturarak kış gelene kadar burada tutundular. Nisan 1945'te Müttefikler Po Irmağı'nı geçti ve Alp Dağları'na doğru ilerledi. İtalya'da Almanlar 2 Mayıs'ta teslim oldular. İki gün sonra da Müttefikler Avusturya'dan güneye doğru ilerleyen ABD askerleriyle buluştu. SSCB birlikleri ise 1944 Haziran'ında Doğu Avrupa'da bir harekat başlattı. Temmuz sonunda Varşova'nın karşısında Vistül Irmağı'nın doğu kıyısına geldiler. Daha güneyde SSCB ordu,Romanya ve Bulgaristan'ı aldı. Finlandiya eylülde düştü. Ağustosta SSCB orduları iki koldan ilerlemeye başladı. Biri Baltık Denizi'nin doğu kıyıları boyunca,öbürü de Tuna vadis üzerinden Macaristan'a doğru hareket etti. Almanlar bu ilerlemeyi durduramayarak geri çekildiler.
1945 başlarında,Almanya'nın artık uzun süre savaşamayacağı ortaya çıkmıştı. Müttefik liderler,ABD Başkanı Roosevelt,İngiltere Başbakanı Churchill ile SSCB'nin önderi Stalin Kırım'daki Yalta kentinde toplandılar ve Almanya'nın koşulsuz olarak teslim alınması konusunda anlaştılar. Ayrıca savaş sonrası Avrupa'ya ilişkin planlar da yaptılar. Ocak 1945'te SSCB askerleri Oder Irmağı'nı Budapeşte'ye,nisan başında da Viyana'ya girdiler ve Berlin'e doğru ilerlediler. 25 Nisan'da Berlin'i kuşattılar. Kentin merkezinde ki bir yer altı sığınağından savunmayı yönetmekte olan Hitler savaşın yitirildiğini kavrayarak 30 Nisan'da intihar etti. Amiral Karl Dönitz'i kendi yerine atamıştı.
Dönitz'in temsilcileri Reims'e Müttefiklerle görüşmeye geldi. Batıda Müttefiklere teslim olmayı; ama doğuda SSCB'ye karşı savaşı sürdürmeyi istiyorlardı. Eisenhower Almanlar'ın her yerde koşulsuz teslim olmaları konusunda ısrar etti. Almanya'nın teslim olması 8-9 Mayıs 1945'te gece yarısı gerçekleşti.
Japonya'nın Teslim Olması:
ABD,Japonya'nın kıyı kentlerini yoğun bir biçimde bombaladığı sırada Başkan Truman,Japonlar'ın direnişini kırmak ve savaşı kısaltmak gerekçesiyle atom bombası kullanmaya karar verdi. Atom bombası ABD'de,gizlice geliştirilen ve büyük yıkım gücü olan bir silahtı. 6 Ağustos 1945'te ABD hava kuvvetlerinin bir bombardıman uçağı Hiroşima kenti üzerine ilk atom bombasını attı. 3 gün sonra gücü azaltılmış bir atom bombası da Nagasaki'ye atıldı. Bu bombalar Hiroşima'da 200 bin, Nagasaki de ise 80 bin sivlin ölmesine ve on binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Bu kentler büyük ölçüde yıkıldı; bitki örtüsü çok zarar gördü. Atom bombasının yol açtığı radyasyon etkisi yıllarca. Radyasyon nedeniyle insanlar; daha sonra sakatlandılar ve öldüler. Uzun yıllar sonra bile özürlü çocuklar doğdu.8 Ağustos'ta SSCB de Japonya'ya savaş açtı ve Japonların elinde bulunan Mançurya ve Kore'yi işgale başladı. Bunun üzerine Japonya 2 Eylül'de resmen teslim oldu ve 2. Dünya Savaşı sona erdi.


GHANDİ'NİN ÖLDÜRÜLMESİ

Richard Nixon ve İndira Gandhi (1971)
İndira Gandhi (d. 19 Kasım 1917 – ö. 31 Ekim 1984). Hindistan'da 2 defa başbakanlık yapmış politikacı.
Ülkenin bağımsızlık kahramanlarından birisi ve Hindistan'ın ilk başbakanı olan Cevahir Lal Nehru'nun kızıdır. İsviçre'de ve İngiltere'de öğrenim gördükten sonra babasının yanında siyaseti öğrendi.
1942'de Hindistan bağımsızlığı eylemcilerinden Feroze Gandhi ile evlendi .Rajiv(1944) ve Sanjay (1946) isimli iki oğlu oldu.
1959'da Kongre Partisi liderliğine seçildi. 1964'te babasının ölümünden sonra başbakan olan Lal Bahadur Şastri 'nin 1966'da aniden ölümü üzerine, Enformasyon ve Radyo Yayın Bakanlığı yapmakta olan İndra Gandi, parlamentonun kararı ile başbakanlığa getirildi.
1967 seçimlerinde çoğunluğu elde edemeyince muhalefetin sağ kanadına üye Momarci Desa'yi başbakan yardımcılığına getirdi. Seçimler sonrasında ülkede kargaşa yaşandı, parti ikiye bölündü. Gandi, Kongre-R Partisi adlı sol kanadın başına geçti. Yoksul ve topraksız köylülerin umut kaynağı olarak 1971 seçimlerinde galip geldi ancak patlak veren Pakistan-Hindistan Savaşı nedeniyle halka gerekli hizmeti veremedi.
1975 yılında 1971 seçimlerine hile karıştırmakla suçlanınca olağanüstü hal ilan etti, muhalif liderleri tutuklatarak muhalefet üstünde baskı kurdu. Oğlu Sanjay'ın "halk otomobili" girişiminin başarısızlığıa uğraması, doğum kontrolü uygulamasının halkın kısırlaştırılması olarak algılanmasıGandi'yi 1977'de erken seçime gitmeye zorladı ve Momarci Desi başbakan oldu. 1978 seçiminde ise Gandi'nin partisi yeniden üstünlük elde etti, İndira Gandhi başbakan ve savunma bakanı oldu.
Küçük oğlu ve siyasi varisi Sanjay'ın bir uçak kazasında ölmesi üzerine büyük oğlu Rajiv, Kongre Partisi lideri oldu. 1980 sonrasında Gandi, özerklik isteyen Sih'lerin ayaklanmaları ile uğraştı ancak başarısız oldu. Amritsar'daki Altın Tapınak'a sığınan ayrılıkçı militanlara karşı ordu birliklerini kullanması büyük tepki topladı. 31 Ekim 1984'te koruması olan Sih muhafızlar tarafından Yeni Delhi'de öldürüldü.
Ölümünden sonra oğlu Rajiv Gandhi başbakan olmuştur. Rajiv'in 1991'de suikaste kurban gitmesi üzerine parti yönetimini gelini Sonya Gandhi üstlenmiştir.

TÜRKİYE DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

Türkiye’de çağdaş anlamda siyasal partiler 1876 Anayasası’nda (Kanun-i Esasi) 1909 yapılan köklü değişikliklerle ortaya çıktı. 1913’te Babıali Baskını’yla tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki Fırkası 1918’e kadar bu konumunu sürdürdü. Mondros Mütarekesi’ni izleyen günlerde İstanbul’da kurulan partiler Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini sürdüren örgütlerce benimsenmedi. Bu örgütlerin oluşturduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Kurtuluş Savaşı’nın merkezi örgütü konumundaydı. Bu örgüt Halk Fırkası’na dönüşerek (9 Eylül 1923) Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasal partisini oluşturdu. Partinin adı 10 Kasım 1924’te Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) olarak değiştirildi. Gene 1927’te Cumhuriyet’in ilanına ve halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkan bir grup Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa ederek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) kurdu. Tüzüğünde “düşünceye ve dinsel inançlara saygılı” olduğunu belirten bu parti kısa sürede halifelik yanlısı çevrelerin ve Cumhuriyet karşıtı İstanbul basınının desteğini topladı. Bu sırada İsmet Paşa’nın başbakanlıktan istifa etmesi üzerine yeni hükümeti kurma görevi Fethi (Okyar) Bey’e verildi. Bu hükümeti, Kazım (Karabekir) Paşa başkanlığındaki TCF’de destekledi. Ama, Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması’yla ilişkisi olduğu suçlamaları partinin durumunu sarstı. Ayaklanmayı bastırmak için hazırlanan askeri planı siyasal açıdan destekleyecek önlemlerin alınması için güçlü bir hükümete gerek duyuluyordu. Fethi Bey 2 mart günü istifa etti ve başbakanlığa yeniden İsmet Paşa getirildi. Hükümetin güvenoyu aldığı 4 Mart günü Takrir-i Sükun Kanunu (Dirlik Düzenlik Sağlama Yasası)da meclisten geçti. Bu yasa hükümete, düzeni korumak amacıyla, gazete kapatmaktan partileri dağıtmaya kadar her türlü yetkiyi veriyordu. Aynı gün, Ankara’da ve ayaklanma bölgesindeki Diyarbakır’da birer İstiklal Mahkemesi kurulması da karara bağlandı. Takrir-i Sükun Kanunu uyarınca kovuşturmaya uğrayan kuruluşlar arasında TCF de vardı. Partinin bazı yöneticileri İstiklal Mahkemelerinde yargılandılar. Şeyh Said Ayaklanması aynı yılın nisanında bastırıldı; yargılanan elebaşıların pek çoğu ölüm cezasına çarptırıldı. TCF’de haziran ayında kapatıldı. Bu partinin bazı yöneticileri, 1926’da Mustafa Kemal’e karşı hazırlanan İzmir Suikastı’yla ilgili oldukları gerekçesiyle yargılandılar; bazıları idam edildi. Suçsuz bulunanlar arasında Kazım (Karabekir) Paşa da bulunuyordu.
1927’de toplanan CHF II. Kurultayı’nda partinin yeni tüzüğü kabul edildi. Bu tüzükle Mustafa Kemal partinin değişmez genel başkanı oluyordu. Tüzüğe göre CHF’nin temel ilkeleri cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık ve laiklikti. Laiklik, anayasa değişikliğini de gerektiriyordu. 10 Nisan 1928’de devletin dininin İslam dini olduğunu belirten cümle anayasadan çıkarıldı. Bu arada yeni bir muhalefet partisi kurulması için girişimlerde bulunuluyordu. Mustafa Kemal, TBMM’de yer alacak bir muhalefet partisinin hükümetin çalışmalarını eleştirerek onu olumlu yönde etkileyeceği kanısındaydı. Mustafa Kemal, ekonomide liberalizm yanlısı görüşleriyle tanınan yakın arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’i böyle bir partiyi kurmakla görevlendirdi. Fethi Bey Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) kurdu. SCF programında partinin Cumhuriyet ilkelerinin yaygınlaşması için çalışacağı belirtiliyordu. Beklenmedik bir hızla gelişen SCF’nin hükümete ve CHF’ye yönelttiği sert eleştiriler ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirdi. CHF’nin de muhalefete karşı baskıya girişmesi üzerine Fethi Bey ve arkadaşları Kasım 1930’da partiyi kapattılar. Kuruluşundan kısa bir süre sonra kapanan SCF ve 1929-1930 ekonomik buhranı, siyasi ve ekonomik liberalizmi Türkiye’de itibardan düşürdü.
Bu yoldan sonra izlenen yolun özelliği tek tek parti idaresinin kuvvetlendirilmesi ve laik-milliyetçi reformların derinleştirilerek genişletilmesi idi. Daha doğrusu bu denemeden sonra tek-partililiğin ideolojileşmeye başladığı görülür. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılığın yanı sıra, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık CHF’nin temel ilkeleri olarak 1931, III.Kurultayında kabul edildi. Daha sonra da 1937’de bu ilkeler Anayasa’ya kondu. 1935 Kurultayında ise, Parti-Devlet bütünleşmesi hukuki temele oturtturuldu. CHF’nin adı Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi.
Türkiye’de 1930’lardan 1945’lere kadar kesintisiz bir tek parti idaresi, Batı totoliter idarelerini andıracak boyutlarda olmamıştı ama, çeşitli idari tedbirlerle toplumda muhalif güç ve düşüncelerin faaliyetlerine müsaade edilmemişti. 1934 tarihli İskan Kanunu, 1936 tarihli İş Kanunu gibi sosyal nitelikli bazı kanunlar çıkarıldı ise de bunların amacı rejimin korunmasına yönelikti.
Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938’de öldü. 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi. Ertesi ay toplanan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) I. Olağanüstü Kurultayı’nda yapılan tüzük değişikliğiyle Atatürk partinin “ebedi genel başkanı”, İnönü’de “değişmez genel başkan” ve “milli şef” ilan edildi.
Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmesiyle II. Dünya Savaşı başladı. Türkiye büyük bir özenle koruduğu barışçı dış politikasının yardımıyla savaştan uzak kalmayı başardı. Türkiye, II. Dünya Savaşı’na katılmamakla birlikte savaşın yol açtığı sıkıntılardan uzak kalamadı. Bu yüzden, Atatürk döneminde başlatılan planlı kalkınma çabaları bir süre ertelendi. Karaborsanın yaygınlaşması üzerine Ocak 1940’ta Milli Korunma Kanunu çıkarıldı. Olağanüstü artan devlet giderlerini karşılamak amacıyla Varlık Vergisi adıyla yeni bir vergi uygulamaya kondu. Varlık vergisi uygulaması CHP yönetimine karşı gelişmeye başlayan muhalefeti yaygınlaştırdı.
II. Dünya savaşının bitimine doğru bütün dünyada demokrasi yönünde gelişmeler görülüyordu. Türkiye’nin ve yıllardır ülkeyi yönetmekte olan CHP’nin bu gelişmelerden etkilenmesi kaçınılmazdı. İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı konuşmada yeni partiler kurulması gerektiğinden söz etti. İlk olarak Temmuz 1945’te iş adamı Nuri Demirağ başkanlığında Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Bu arada haziran ayında CHP içindeki muhalif milletvekillerinden Adnan Menderes, Celal Boyar, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü partinin daha demokratik bir yapıya kavuşturulmasını istiyorlardı. İsteklerinin reddedilmesi üzerine görüşlerini basına duyurdular ve partiden koparak Ocak 1946’da Demokrat Parti (DP) adıyla yeni bir parti kurdular.
Genel başkanlığına Celal Bayar’ın getirildiği DP’nin programında özel girişimciliğin desteklenmesi, üniversitelerin özerkleştirilmesi ve işçilere grev hakkı gibi ilkeler yer alıyordu. Parti kısa sürede geniş bir kitlenin desteğini kazandı ve gelişti. CHP hükümeti yeni parti yurt düzeyinde örgütlenmesini tamamlayamadan erken seçim kararı aldı. Temmuz 1946’da yapılan seçimlere bazı illerde katılabilen ve 62 milletvekili çıkarmayı başarabilen DP, CHP yönetiminin seçimlerde hile yaptığını ve halka baskı uyguladığını ileri sürdü.
Seçim sonrası kurulan yeni CHP hükümetinin programında özel girişime büyük bir yer veriliyor devletin özel girişime yardımcı olması öngörülüyordu. Hükümet DP dışındaki siyasal partilere karşı sert bir politika izliyordu. Büyük bölümü sol eğilimli olan bu partiler birbiri ardı sıra kapatıldı; anti demokratik uygulamaları eleştiren aydınlar, bilim adamları ve düşünürler baskı altına alındı.
1948 de DP içindeki bir bölünme sonucu Millet Partisi (MP) kuruldu. Bu sırada kurulan yeni CHP hükümeti “din düşmanı” olduğu yolundaki eleştirilere karşı, laikliğin önemli bir ilkesi olan eğitim birliğinden geri adım atarak imamhatip okulları ve Ankara’da bir İlahiyat Fakültesi açma kararı aldı (1949).
Genel seçimler 14 Mayıs 1950’de, bu gelişmelerin yumuşattığı bir siyasal ortamda yapıldı. Yeni seçim yasası uyarınca gizli oy, açık sayım ilkesiyle yapılan seçimlerde kesin bir zafer kazanan DP 408 milletvekili çıkardı. CHP ise ancak 69 milletvekilliği kazanabildi.
DP’nin Genel Başkanı Celal Bayar TBMM tarafından Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi. Bayar parti genel başkanlığına getirilen Adnan Menderes’i başbakanlığa atadı. Menderes hükümetinin programında DP’nin görüşlerine uygun olarak özel girişimciliğe ve yabancı sermayeye dayalı yatırımlara ağırlık verilmesi öngörülüyordu. Gerçekten, dış yardım ve kredilerinde katkısıyla yatırımlar hızlandı, tarımın makineleşmeye başlamasıyla tarımsal üretim arttı.
Ama bu dönemde Atatürk devrimleri konusunda olumsuz gelişmeler görüldü. Hükümetin ilk işlerinden biri, kuruluşundan bir ay sonra ezanın Arapça okunmasının serbest bırakılmasıydı. Ardından radyoda dinsel yayınlar başladı. İlkokullara zorunlu din dersleri kondu. 1953’te çıkarılan bir yasayla CHP’nin malları hazineye devredildi. Ertesi yıl, 1948’de DP’den ayrılanların kurduğu Millet Partisi laikliğe aykırı davrandığı savıyla kapatıldı. Aynı yıl, köy enstitüleri de ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek kapatıldı.
1954’teki genel seçimler kalkınma atılımının ülkenin refah düzeyini yükselttiği bir dönemde yapıldı. DP bu seçimlerden tam bir zaferle çıktı. Kapatılan Miller Patisi’nin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP)de seçimlere katılmış, ama henüz yeterince örgütlenemediği için başarılı olamamıştı.
1954’ten başlayarak ülke ekonomisinde bir duraklama yaşandı. Enflasyon arttı. Fiyatlar yükseldi, bazı mallarda yokluk ve karaborsa başladı.
DP yönetimine karşı parti içinde de muhalefet başlamıştı. DP’den ayrılan bir grup partili Aralık 1955’te Hürriyet Partisi’ni (HP) kurdu. Ekim 1957’de yapılan erken seçimlerde DP oyların %48’ini alarak iktidarda kalmayı başardı.
1958 sonlarında Türkiye Köylü Partisi ile CMP birleşti ve yeni parti Cumhuriyetçi Köylü Miller Partisi (CKMP) adını aldı. Ardından HP’de CHP’ye katıldı.
DP hükümeti 1960’ta TBMM’de geniş yetkilerin verildiği bir araştırma komisyonu kurarak muhalefetin meclisteki çalışmalarını iyice denetim altına altı. Bu tutum 27 ve 28 Nisan günleri İstanbul ve Ankara’da Üniversite öğrencilerinin gösterilerine yol açtı. Bu iki ilde sıkıyönetim ilan edilmesi, silahlı kuvvetleri de tavır almaya zorladı. Başbakan Menderes radyoda yaptığı bir dizi konuşmada muhalefeti ve üniversite öğretim üyelerini suçladı. Ardından yurt gezisine çıktı. 27 Mayıs günü ise ülkenin içine sürüklendiği duruma son vermek isteyen bir grup subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetime el koydu.
Türkiye'de çok partili rejimin üçüncü defa açılışı, Millî Kalkınma Partisi'nin 18 Temmuz 1945'te kurulmasıyla başlamıştır. 1946-1950 yılları arasında CHP ve DP dışında faaliyetlerine izin verilen yirmiden fazla yeni parti kurulmuştur. Ancak bu yeni partiler siyasî hayatta pek varlık göstereme¬mişlerdir. Bazıları İdeolojik amaçlar güttüğü için kapatılmışlar, bazıları da daha teşkilâtlanma safhasında kendini feshetmiş veya kuruluş dilekçesinden öteye gidememiş, bazıları da dar bir çevrede tutunabilmiştir. Genel olarak sosyalist ve milliyetçilik (Türkçülük) bu yeni partilerin ağırlıklı kimlikleridir. Bunlardan 14 Mayıs Genel Seçimlerine kadar kurulmuş olan siyasî partiler şunlardır:

a) Sosyal Adalet Partisi
28 Şubat 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Mürettip İhsan Temelveren (Genel Başkan), Mürettip Muharrem Zeki Korgunal ve Ziyneti Temelveren.
Partinin programına göre gayesi; demokrasi, sosyalizm, adalet ve devletçilik prensiplerinin birleştirilmesidir. Partinin yayınladığı iki beyanname görüşlerini açıklamıştır. Hiçbir seçime katılmadığı gibi, teşkilât da kuramamıştır. Parti 1950'lere kadar faal kalmıştır.

b) Liberal Demokrat Parti
11 Mart 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Partinin kurucuları; Kazım Demirarslan (mimar), Sabri Manyas (müşavir), Abdülkadir Aytaç (gazeteci) ve M.Suphi Kula.
Tüzüğünde yer alan gayesi: Türkiye Cumhuriyeti'nin mülkî tamamlığını müdafaa ve muhafaza etmek ve halkın refahını, ahlâk, kültür, sanat seviyesini yükseltmek ve memlekette bir kalkınma meydana getirmektir.
Teşkilât kuramayan bu parti Medeni Kanunun 70. maddesine göre (kurucu üyesi tam olmadığı için) infisah etmiştir (kendiliğinden dağılmıştır).

c) Çiftçi ve Köylü Partisi
24 Nisan 1946 tarihinde (Bursa) Mudanya'da kurulmuştur. Kurucuları: Sıddık Sümer (çiftçi), İbrahim Öztürk (çiftçi) ve Şükrü Tokay (çiftçi).
Partinin kuruluş gayesi: Şerefli seciyemizin tamamıyla yerine getirilmesi, An'anemizin muhafazası, istiklâl prensibi ve Türk'ün tarihi adalet, kıymet hulâsa bütün vasıflan zamanın icâplarına göre yaşatmak, muhafaza ve tatbik etmektir. Parti, bu esasları İslamî prensiplerle bağdaştırılacaktır.
Teşkilâtını kuramayan bu parti, kanuna aykırı hareketten 3 Haziran 1946'da kapatılmıştı.

d) Türk(iye) Sosyal Demokrat Parti
26 Nisan 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Cemil Alpay (Genel Başkan), Sadık Acarlı (işçi) Mustafa Yıldız (Emekli Binbaşı), Yakup Savaş (muhasip).
Partinin kuruluş gayesi: Cumhuriyet Devlet şekli olarak kabul edilmekte, amme hak ve hürriyetlerine şartsız olarak saygı gös¬terilmesi, vatandaşın hayat şartlarının garanti altına alınması ve demokrasinin sosyal bünyeye uydurulmasını öngörmekte ve dış politikada milletlerarası sulhun teşekkülüne gayret edilmesini temin etmektir.
1950 genel seçimlerine İstanbul'dan katılan parti, Genel Başkanın 1951'de ölmesi ile kendi kendisini feshetmiştir.

e) Türkiye Sosyalist Partisi
14 Mayıs 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları; Esat Adil Müstecaplıoğlu, Macit Güçlü, İhsan Kabalıoğlu ve Aziz Üçtav.
Bu parti, çok partili rejimin açılmasından sonra kurulan ilk sosyalist partidir. Kuruluşundan dört ay sonra Örfî İdarece faaliyetten men edilmiştir. İdarecileri Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi idarecilerle birlikte mahkemeye verilmiş, ne¬ticede beraat eden Sosyalist Parti idarecilerinin faaliyetlerine izin verilmiştir. Parti 1950 yılında faaliyetlerine tekrar başladı.
Türkiye Sosyalist Partisi'nin programına göre gayesi: (İş gücünün sömürülmesini ortadan kaldırmak, büyük ihtihsal vasıtalarını milletin müşterek mülkiyetine geçirmek bir sosyalist demokrasi içinde, bütün millet fertlerine yüksek geçim ve mes'ut bir hayat sağlamak.
Bu parti, sosyalist, milliyetçi, beynelmilenci ve lâik olduğunu bildirmekte ve şu esasları istemektedir: Türkiye Cumhuriyeti'ni tam bir halk devleti hâline getirmek, her türlü iktisadî ve toplum¬sal adaletsizliği ortadan kaldırarak emek ve kabiliyetleri değer¬lendirmek, düşünce-söz-basın-grev-gösteri-toplantı ve her türlü Teşkilâtlanma hürriyetlerinin mutlak olmasını temin etmekti.
Bu parti 1952 senesinde kominizmi yaymak suçundan tekrar mahkemeye verildi. Dava 8 yıl sürdü ve neticede parti idarecileri beraat etti. Partinin yayın organı "Gerçek" gazetesidir.

f) Türkiye Sosyalist İşçi Partisi
24 Mayıs 1946'da İstanbul'da kuruldu. Kurucuları: Sabit Şevket Seren, Hüseyin Türkgeldi ve Hasan Yaşartürk, Fehmi Ünal, Orhan Taner.
Partinin kuruluş gayesi: Anayasaya tam riayet, millî dilin halk dili olması ve dilin İstanbul lehçesine göre tasfiyesi, millî hâkimiyet prensibine tam bağlılık, tek meclis sisteminin muhafazası ve milletvekillerinin tek dereceli ve gizli oyla seçilmesi. Cumhurbaşkanlığının beş yıl süre ile aynı usulle seçilmesi.
Bu parti devamlı bir faaliyet gösterememiş ve kapatılmıştır.

g) Türkiye İşçi ve çiftçi Partisi
17 Haziran 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Ethem Ruhi Balkan (Avukat), Selahaddin Yorulmazoğlu, Mehmet Şükrü Tokay, Necmettin Deliorman, Ali Esinkova, İbrahim Tokay, İrfan Recep Noyal.
Bu parti 1946 genel seçimlerinden evvel İstanbul ve diğer vilayetlerde on yedi Teşkilât kurmuş, 1946 seçimlerine iştirak etmiş fakat varlık gösterememiştir. 1948'den sonra partiye genç unsurlar katılmasıyla biraz toparlanmış ve kongre icra ederek programında değişiklikler yapmıştır. 1950 seçimlerinde İstan¬bul'dan giren bu parti yine bir kazanç elde edememiştir.
Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi Programına göre; bu parti bir sınıf partisidir. Amacı partinin temsil ettiği sınıfların menfaatlerini koru¬maktır. Ayrıca tercih edilen idare sistemi demokrasi, anlayış olarak milliyetçi, iktisadî siyaset açısından devletçi ve lâik bir partidir. Parti 1946-1950 arası faal kalmıştır.

h) Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi
20 Haziran 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Şefik Hüsnü Değmer (Başkan), Ragıp Vardar, Fuad Bileğe (Usta), İstefo Papadopulos, Emin Aydınlatan, Dr. Habib Amato, Muntakim ölçmen, Hayrettin Emin Manoğlu.
Partinin programına göre: Emekçi ve Köylü yığınlarının git¬tikçe geniş ölçüde Teşkilâtlanmalarına ve iktisadî, siyasî hayata intikâl edebilmeleri amacıyla sosyalist bir toplum şartlarını olgun¬laştırmak, iş gücü sömürüsünü ortadan kaldırmak, büyük üretim vasıtalarını milletin ortak mülkiyetine geçirmek, bir sosyalist demokrasi içinde fertlerin yüksek geçim ve mutlu bir hayat sağlamak, teşkilâtlı emekçi ve köylü yığınlarıyla sosyalist bir topluma geçiş şartlarının gelişmesini hızlandırmak amacı taşımaktadır.
Partinin yayın organı Sendika gazetesi olup, Yığın dergisi tarafından desteklenmektedir. Bu parti komünizm propagandası yapmak ve yaymak iddiasıyla Örfî İdarece 16 Aralık 1946'da kapatıldı.

i) Yalnız Vatan İçin Partisi
21 Haziran 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Yaşar Çimen, Kaya Mutlu, Adil Ataş, Baki Zorlukaya. Programına göre esas ilkeleri: Kemalist, mutedil devletçi, müfrit milliyetçi, halkçı ve cumhuriyetçidir.
1946 seçimlerine girerek varlık gösteremeyen ve hiçbir Teşkilâtı, yayın organı bulunmayan bu parti, 1952 yılında infisah etmiştir (kendini fesh etmiştir).

j) Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi
21 Haziran 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Arif Hikmet Adsız, Suat Üzer, Cahit Ateş ve Adnan Dik. İstanbul'da Teşkilâtı olmayan bu partinin Balıkesir (Susurluk) ve İzmir'de birer şubesi vardır.
Parti kuruluş dilekçesinde doktrine ait hususlar: Elimize, belimize, dilimize doğru olmağa, millet, medeniyet ve demokrasi davasında fedai bir nefis taşımağa, milletçe and içip Türk'ün ileri bir cemiyet olmasına çalışacağız denilmekte ve Misak-ı Millî yahut Yurtta Sulh Cihanda Sulh prensibi ismi olan Ergenekon'da toplanmıştır şeklinde belirlenmiştir.
Hiçbir yayın organı olmayan bu parti bir müddet sonra dağılmıştır.

k) Arıtma Koruma Partisi
26 Haziran 1946 tarihinde Ankara'da kurulmuştur. Kurucuları: Selçuk Karaoğlu, Kemal Köymen, Halil Sümer.
Bu parti dinci bir siyasî parti idi. Hiçbir teşkilât kuramamış, gayesi parti tüzüğünün birinci maddesindeki şekline göre; Türkiye Cumhuriyeti'nde devlet idaresinin geniş ve ileri bir anlayışla halk idaresine dayanılarak yürütülmesine ve yeryüzünde de insanlığın kötülükten arınarak yükselmesine hizmet maksadı ile kurulduğu belirtilmektedir.
Parti, 12 Mart 1947 tarihinde infisah etmiştir.

l) İslâm Koruma Partisi
19 Temmuz 1946 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Necmi Güneş, Mustafa Özbek, Ziya Süer.
Partinin maksadı; her türlü siyâset ve siyasî partilerden uzak olarak sırf İslâm medeniyeti, tesanütü, menfaati, sevgi, yardım ve birliği koruma gayesidir.
Parti adında yer alan "parti" kelimesine rağmen kendisini par¬tiler dışı kabul etmesi ve Cemiyetler Kanunu açık hükümlerine göre tezada düşmüştür. Zaten hiçbir siyasî varlık göstermediği gibi 12 Eylül 1946'da Örfî İdare kararı ile kapatılmıştır.

m) Yurt Görev Partisi
15 Ağustos 1946'da Hatay-İskenderun'da kurulan ve kuru¬culuğuna Abdülkadir Gönüllü, Abdullah Morsaloğlu, İhsan Akşehirli, Fevzi Kurtulan ve Fevzi Arslan Güven'in yaptığı bu parti faaliyete geçmeden teşekkülünden vazgeçilmiştir.

n) İdealist Partisi
10 Ocak 1947 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Mehmet Hikmet Çankaya, Mahmut Özkan, Hulki Kurtkaya. Partinin gayesi: Parti içinde gençliğe önem verileceği, kuvvetli bir sanayinin kurulacağı, Türk dili ve tarih üzerinde araştırmalar yapılacağı, milletin hakiki ihtiyaçları gözönünde tutulacağı belir¬tilmekte, Bu parti aynı yıl içinde infisah etmiştir.

o) Türk Muhafazakâr Partisi
8 Temmuz 1947 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Cevat Rıfat Atilhan, Yekta Göreli, Zekai Dik. Partinin ilkeleri: Adalet, demokrasi, ahlâk, refah ve ümrandır. Programında yer alan gayesi ise; yurdumuzu az zamanda ileri götürebilmek için millî hayatımızın her sahasında hakiki manada inkılâplar yaratmaktır. Türk milletini medenî âlemde mamur ve zengin bir vazifeyete sokmak, ecdadımızın kalan maddî ve manevî kıymet ve hazineleri muhafaza etmek. Ayrıca, çocuk ve aileye, millî ahlâk ve an'aneye önem veren ve memleketi kısa zamanda yapıcı metodlarla maddeten ve manen yükseltmeyi hedef tutmakdır.
Bu partinin yayın organı "Mücadele" ve "Millî İnkılap" gazeteleridir. Komünizme ve Yahudiliğe karşı cephe almış İslâmî bir veçhesi olan bir partidir. 1950'lere kadar faal kalmıştır.

p) Türkiye Yükselme Partisi
3 Temmuz 1948'de İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Maraşal Ali Rıza Gizdeşir, Zeki Gülen, Hüseyin Azmi Balcı, Mehmet Fars Berazioğlu, Sacide Şuvan, Nadide Öztürk, Halit Hünkar. Parti demokratik esaslar dahilinde Türkiye'nin ticaret, sanayi, ziraat ve maarif seferberliğine giderek az zamanda büyük işler başarmak programında yer alan gayesidir. Yayın organı olmayan bu parti 1950'lere kadar faal kalmıştır.

r) Millet Partisi
20 Temmuz 1948 tarihinde Ankara'da kurulmuştur. Kurucuları: Maraşal Fevzi Çakmak (Fahrî Başkan), Hikmet Bayur (Genel Başkan), Enis Akaygen, Kenan Öner, Mustafa Kentli, Osman Bölükbaşı, Osman Nuri Koni, General Sadık Aldoğan.
Parti Programına göre: Cumhuriyet, adalet, liberallik, mil¬liyetçilik esaslarına bağlılık, emin bir seçim ite meydana gelecek olan millî iradeyi hakim kılmak, bu iradeye ve insan haklarına uygun bir hükümetin kurulmasına çalışmak, hakka ve adalete inanmak, halkın yalnız "amelî bir takdir" prensibi değil, "ahlâkî bir gayesi ve iman unsuru" olduğunu kabul etmektedir. Bir zümre, bir içtimai sınıfın diktatörlüğünü reddetmekte, içtimaî nizamın teşekkülünde itikatların, ahlâkın, geleneklerin örf ve âdetin büyük hislerini tanımakla, dinî müessese ve millî ananelere saygı göstermekle, lâiklik prensibini kabul etmekte, ilk ve orta eğitimde din derslerinin verilmesini istemekte ve ekonomi sahasında mutedil liberal akideye sadık kalmaktır.
Millet Partisi DP'den ihraç edilen milletvekilleri tarafından kurulmuş, Müstakil Demokratlar Gurubu ve Afyon'da kurulan Öz Demokratlar Partisi ile birleşerek 5 Temmuz 1949'da ortak bir beyanname yayınlanmıştır. Parti 1948 ara seçimlerine iştirak etmemiş 1950 genel seçimlerinde yirmi iki ilden girmiş ancak sadece Kırşehir'den seçilen Osman Bölükbaşı Meclise girebil¬miştir.
Millet Partisi, iktidar partisi CHP ve muhalefet partisi DP'ye karşı cephe almış ve bu iki partinin aralarında gizli anlaşmalar bulunduğu yani DP'nin muvazaa partisi olduğunu sürekli iddia etmiştir. Kendilerinin gerçek muhalefet partisi olduğunu, yıllarca memlekete hakim olan tek-parti hakimiyetinin sona erdirilmeden demokrasiye kavuşulmayacağım ileri sürmüş ve 1947'den sonra gittikçe iyi ilişkiler içinde bulunan ılımlı bir siyasî havayı sağlayan DP ve CHP'ye şiddetli tenkitlerde bulunmuştur. Hatta muhalefet (DP)'in tenkitlerinde ayrı tuttuğu İsmet İnönü'ye karşı tenkitlerde bulunabilmiştir.
Kudret gazetesi parti yayın organı olurken Yeni Sabah gazetesi de bu partiyi desteklemiştir.
1950'den sonra da faal olan bu parti, çok partili hayata geçildikten sonra kurulmuş üçüncü büyük parti olabilmiş ve pek çok vilâyette teşkilâtlanmıştır.

s) Serbest Demokrat Partisi
9 Ağustos 1947'de kurulan bu partinin kurucu üyeleri: Nazmi Akat, Hulusi Tan, Cevdet Öktem, Bedrettin Yazıcı, Ahmet Yenişehirli, Hüseyin Yazgan, Cavit Ernişti'dir.
Partinin herhangi bir yayın organı yoktur ve hiçbir seçime iştirak etmemiştir Partinin gayesinde; Türkiye'de gerçek demok¬rasiyi gerçekleştirmek için liberal siyasetin izleneceği belir¬tilmektedir. Parti 7 Haziran 1949'da kendi kendisini feshetmiştir.

t) Öz Demokrat Partisi
27 Ağustos 1948 tarihinde Afyon'da kurulmuştur. Kurucuları: Halil Hilmi Bozca, Hüseyin Haşim Tiryakioğlu, Yusuf Mazhar Eren.
Parti teşkilât kurmamıştır. Yayın organı Demokrat Afyon gazetesidir. Parti DP'den istifa ve ihraç kararlan üzerine mahallî olarak Afyon'da kurulmuştur.
Parti Programına göre; gerçek demokrasiyi, doğrular ve ahlâk kaidelerine dayanarak cumhuriyet rejimi içinde kalmak¬tadır. Parti ayrıca liberal ekonomi taraftarı, dış politikada Birleşmiş Milletlere güven duymaktadır. Bu parti 5 Temmuz 1949'da DP İkinci Kurultayı sonunda Müstakil Demokratlar Grubu İle birlikte Millet Partisi'ne iltihak edilince kendiliğinden kapanmıştır.

u) Müstakil Türk Sosyalist Partisi
19 Eylül 1948 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Arif Oruç (gazeteci), Nedim Celal, Nurettin Kırlı, İbrahim Vefik Belen'dir.
Parti programına göre gayesi; kabul edilen sosyalizm doktri¬ni millî bünyeye uygun olmayan ve hayalci olmadan mevcud düzenin ıslahı ve gelişmesini sağlamaktır. Sosyalizmi kötüye kullanmayarak, işlenebilen toprakların işleyebilecek olanlara dağıtılması, mülkiyet ve tasarruf hakkının mutlak ve aile ocağının kutsal, miras hakkının da meşru olduğunu, milliyetçi bir inanışa sahip bulunduğu ileri sürülmektedir.
Parti Başkanlığını yapan Arif Oruç'un ölümü ile parti de kendiliğinden dağılmıştır.

v) Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi
30 Eylül 1949 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: Süreyya Paşa (İlmen), Asaf İlbay, Zühtü Bilimer, Ruşeni Barkın, Sabri Soner, Osman Nuri Gürler, Asım Günç, Mazlum Turan. Bu parti daha önce kurulmuş olan "Gayrî Menkul Sahipleri Demeği"nin siyasî bir şeklini ifade eder. Parti Programında parti, insanî milliyetperver, an'ane, görenek ve geleneklerle kökleşmiş m usta h sen ahlâk prensiplerine sadakat, bakımından muhafaza¬kar, ılımlı liberal, cezri(topyekün) ishalateş bir iş partisidir, denilmektedir. Parti İlahiyat Fakültesi kurulmasını, dini maksat¬larla dindarların teşkilâtlanmasını ve dernek kurmalarına taraftardır.
Bu parti "Müstakiller Birliği" ile birlikte yeni kurulan "Liberal Köylü Partisi"ne katılmak kararını vermek suretiyle siyasî hayatına son vermiştir.



y) Müstakiller Birliği
5 Nisan 1950 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Kurucuları: İsmail Hamdi Danişmend, Hazım Dağlı, Mehmet Semih Güner, Fuad Demircioğlu, Akif Erdemgil ve Hüsnü Emir Erkilet. Parti programında belirtilen esaslara göre; Bir müessesan (Kurucu) Meclisi tarafından yeni ve katı anayasa isdar edilmeli, kuvvetler ayrılığı prensip olarak kabul edilerek çift meclis kurulmalıdır. İkti¬sadî devletçilikten liberal devletçiliğe dönülmeli, Yüksek İktisat ve Maarif Meclisleri kurulmalıdır. Genel olarak bu parti, siyasî partiler arası birleştirici bir çaba göstermek amacındaydı.
Bir müddet sonra Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi ile birlikte Liberal Köylü Partisine iltihak etti. Bu sebeple faaliyet¬leri son buldu.

SONUÇ
1946-1950 demokrasi hareketi partiler arası mücadelenin ötesinde parti-içi mücadele açısından da ilginç bir dönemdir. Belki gerçek demokrasi bu iç bünyelerde cereyan eden gelişmelerde ifadesini bulabilir. Her iki büyük parti de yönetiminin politikasını beğenmeyen aşırıcılarca şiddetli eleştirilmiş, bu eleştiriler CHP'de aşırıların parti içindeki etkilerinin son ve¬rilmesi, DP'de ise ihraçlar ile son bulmuştur.
Diğer mevcut siyasî partiler bütün sosyal grupları temsil ettik¬leri iddiasında olmalarına rağmen, bu partileri yönetenler orta sınıf mensupları olmuştur. Bunda hiç kuşkusuz tek-parti döne¬minin monolitik felsefesinin payı büyüktür. Türkiye belirli bir toplumsal gelişme seyri göstermeden birden demokratik hayat¬la karşı karşıya kalmıştır.
Türkiye'de çok partili hayatın temelleri 1924 Anayasası'nın ruhuyla atılmıştı ama, demokratik bir yapının kurulması mümkün olmamıştı. Demokrasi için şart olan kuvvetler ayrılığı prensibi, 1924 Anayasası ile T.B.M.M. verilen yetkiler, kuvvetler birliğinde ifade bulmaktadır. Diğer yönden İnönü-Peker sürtüşmesinde görüldüğü gibi mecliste hâkim olan bir partinin başbakanı, 1924 Anayasası İle fiilî bir diktatörlük kurabilir, iktidardan uzaklaştırılması mümkün olmazdı. Çünkü, Cumhurbaşkanının Meclisi fesh etme yetkisi 1924 Anayasasına göre yoktur. Bu nevî sıkıntılar ancak 1960 Anayasası ile giderilmeye çalışılmıştır.
Diğer yönden 1950 seçimlerinde ortaya çıkan bir gerçek de CHP'nİn aldığı oylara göre Mecliste tam temsil edilememesidir. Bunun sebebi CHP'nin kendisi için en uygun bulduğu ve uygu¬lanmış olan çoğunluk esasından kaynaklanmış ancak nisbî tem¬sil usûlüne DP iktidarı da ulaşılmıştır.
Arzu edilen Batı toplum yapısı ve sistemine Türkiye bir anlamda 1946-1950 yılları arasında adım atabilmiştir. Şahsi¬yetlerden ideolojilere kadar varan kusurlar gerçek bir demokrasinin kurulmasını engellemektedir. Kişi hak ve özgürlüklerine, fikrî gelişmenin şartı olan fikir özgürlüğüne tanınan ölçüler genişletildikçe, hiç şüphesiz demokratik hayatta o oran¬da yaşayabilecektir.
Türkiye, günümüze kadar demokratik hayattan zaman zaman vazgeçilmek zorunda kalınan bir ülke durumunda olması, demokrasi şart olan siyasî, ekonomik ve kültürel olgun¬luğun Batı ölçülerinde ulaşılamadığının en güzel örneğidir. Batı demokrasîsinin plüarist, dialogcu niteliklerine ulaşmak ya da kurmak istediği, bir denge mekanizmasına bağlıdır. Halkın ikti¬darı ile vatandaşın hürriyeti arasındaki denge, Batı demokrasi¬lerinin bütününde hakimdir. Yani halka ve hakka saygı, bu sis¬temin vazgeçilmez bir unsurudur. Dolayısıyla Türkiye'de arzu edilen demokrasinin millî bünyede kökleşip, halkın sahip çıkacağı bir konuma gelmesi ancak uygulayıcı halk yığınlığından, hür iradesiyle yönetime ortak ve düşünebilen bir toplum olduğumuzda ulaşabiliriz.

ABD'NİN IRAK'I İŞGALİ

Irak Savaşı, 20 Mart 2003'te Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık önderliğinde oluşturulmuş Çokuluslu Koalisyon Kuvvetlerinin bir askeri harekâtla Irak'a girmesiyle başlayan ve devam eden savaş. Ayrıca İkinci Körfez Savaşı, Irak'ın İşgali ve koalisyon ülkelerince Irak'ı Özgürleştirme Operasyonu olarak adlandırılır.
Savaş öncesinde, ABD ve Britanyalı  hükümetlerinin Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bu silahların koalisyon ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkenin güvenliğini ciddi şekilde tehdit ettiği gerekçesiyle Birleşmiş Milletler Doğrulama ve Teftiş komisyonu yetkililerinin kimyasal silahların varlığı konusunda kanıtlarının olmadığı, işgal sonrasında, ABD-Iraklı İnceleme Grupları Irak'ın kitle imha silahı programına 1991'de son verdiği fakat ambargo kalkmazsa tekrar faaliyete geçirebileceği belirtti. Buna rağmen terk edilmiş veya konulduğu yerin belirsiz olduğu kimyasal silah kalıntıları olacağı gerekçesiyle koalisyon kuvvetleri harekat düzenlemiştir. Bazı ABD'li görevliler Saddam Hüseyini, El Kaideye destek vermek ve barıdırmakla suçladılar fakat bu ilişkiler hiçbir zaman kanıtlanamadı. Bir söylentiye göre dönemin ABD başkanı George W. Bush Filistinli bir görevliye Tanrı'nın kendisine Saddam'ı devirerek Irak'ı baskıdan kurtaracağına yönelik ilham verdiğini söylemiştir. İşgalin diğer sebepleri ise Irak'ın Filistinli intihar bombacılarına parasal destek sağladığı, Irak hükümetinin insan haklarını suistimal ettiği, ve demokrasinin ülkede ve bölgede yaygınlaştırılmasıydı. Bazı görevliler işgal kararında Irak'ın petrol rezervlerinin önemli bir etmen olduğunu belirtmiştir. fakat bu görüş ABD'lilerce yalanlanmıştır.
İşgalin başlamasından kısa süre sonra düzenli Irak ordusu yenildi, neticede Saddam Hüseyin yakalanarak idam edildi. ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri Irak'ta yeni bir demokrasi inşa etme denemelerine başladı. Bazı tarikat ve diğer çeşitli silahlı gruplardan oluşan direnişçilerle koalisyon güçleri arasında bir asimetrik savaş başlamış, Şii ve Sunni  gruplar arasında sorunlar çıkmış, ve Irak'ta El Kaide operasyonları başlamıştır. 2007 yılında yapılan araştırmalara göre Irak'ta tahmini 1.000.000 sivil yurttaş hayatını kaybetmiştir. UNHCR Nisan 2008 tarihli verilerine göre 4.7 milyon Irak'lı yer değiştirdi (Irak nüfusunun %16sı), bunların iki milyonu komşu ülkelere sığındı Kızıl Haç Mart 2008'de Irak'taki insani durumu "dünyada diğerlerine göre en kritiği" olarak tanılamıştır. Haziran 2008, ABD savunma resmi kaynakları güvenlik ve ekonomik göstergelerde düzelme işaretleri görüldüğünü açıkladı. Ağustos 2008'de Irak ile ABD rasında SOFA anlaşması tasarlandı. Bu anlaşma ABD'nin beş yıl içinde Irak'tan tamamen çekilerek güvenliği Irak yönetimine bırakacağını belirtiyordu 2008'in sonlarına doğru SOFA yürürlüğe girdi. Bu anlaşmaya göre ABD askerleri 30 Haziran, 2009 tarihinde Irak şehir merkezlerinden muharip güçlerini çekdi[39] ve 30 Haziran Irk'ta resmi tatil ilan edildi. Ancak anlaşma dahilinde 2009 yılını ortalarında bir halk referandumu yapılarak ABD güçlerinin konumu tekrar değerlendirilecek. Anlaşmanın maddeleri arasında, Irak mahkemelerinin, Amerikan askeri personel ve ABD ordusuna iş yapan şirketlerin çalışanlarını yargılayamayacağı, 10 yıllığına savunma ve içişleri bakanlığı gibi bazı bakanlıklar ile istihbarat gibi stratejik noktaların, ABD gözetimine bırakılacağı, ABD`nin Irak`ta özel cezaevleri olacağı, ABD'li askerlerinin, Irak'tan `terörist grupları destekleyen` herhangi bir ülkeye operasyon düzenleyebileceği gibi maddeler yer alıyor. Anlaşma çeşitli Iraklı gruplar tarafından protesto edildi. Büyük Ayetullah Ali Hüseyini el-Sistani anlaşmanın yabancı varlığını sona erdirmesi gerektiğini söyledi. Irak Parlementosu ve ABD, Stratejik Çerçeve Anlaşması imzaladı. Bu anlaşma; ülke içindeki etnik grupların ve siyasi oluşumların haklarının garantiye alınması, öğrenci takasları; eğitim, enerji sahalarının geliştirilmesi, çevresel temizlik, sağlık bakımı, bilgi teknolojisi, iletişim, ve infaz hukuku gibi konuları içeriyordu.
İŞGALİ
İşgal
İlk CIA ekibinin Irak'a giriş tarihi 10 Temmuz, 2002'dir. Bu ekip CıA'nın özel eylem bölüğü üyelerinden oluşuyordu. Bunlar işgal için çeşitli hazırlıklara başladılar. İşgale karşı gelebilecekleri ikna etmek bazı ıraklı komutanları direnişten vazgeçirmek ve yüksek risk bölgelerinde keşif yapmakla görevliydiler.
Daha önemlisi, Kürt Peşmergeleri örgütleyerek işgalin kuzey cephesini oluşturdular. bunula birlikte kuzeyde bulunan Ensar El islam örgütü ve ırak ordusunu bölgeden çıkarttılar.
Bağdat saati ile 20 Mart, 2003 saat 5:34 (9:34,19 Mart EST) Irak'a askeri işgal başladı. 2003 Irak işgalini, ABD ordu komutanı General Tommy Franks, "Irak Özgürleştirme Operasyonu" kod ismiyle duyurdu. Kalisyon güçlri kuzede Kürtleri yanına alarak işgale başladı ve yaklaşık kırk ülke işgale destek verdi.
İşgalin belirlenen amaçları: Saddam rejimini bitirmek, kitle imha silahlarına ulaşmak, İslamcı terörist grupları tasfiye, petrol altyapısını güvenceye almak, Irak'ı Ortaduğu ülkelerine model yapmak gibi bir dizi eylemlerdi.
İşgal koalisyon güçlerinin beklentisinin aksine süratle ve büyük direnişle karşılaşmadan ilerledi.
19 Mart ve 30 Nisan arasında devam eden işgal harekatı sırasında, 9,200 Iraklı asker ve 7,299 sivil öldürüldü. bu ölümler den büyük ölçüde ABD kuvvetleri sorumludur. Harekatta, 139 Amerikan ve 33 İngiliz askeri de öldü.
BUSH'UN YENİ IRAK STRATEJİSİ
ABD'li Başkanı George W. Bush, 11 Ocak 2007 Perşembe sabahı Türkiye saati ile 04.00'te ABD'nin yeni Irak stratejisini açıkladı. Bush, ABD halkına ve dünyaya seslendiği konuşmasında Irak Savaşı'nda birtakım hataların yapıldığını kabul ederek, "hataların yapıldığı yerlerde sorumluluk bana aittir" dedi. Bush, direnişle mücadele ve mezhep çatışmalarının önlenmesi konusunda başarısız olmalarının sebebi olarak asker sayısını daha önce artırmamayı gösterdi. Bush'un itirafının ardından açıkladığı yeni Irak stratejisinin temel unsuru asker artırımı. Bu strateji çerçevesinde Irak'a 21.500 Amerikan askeri daha gönderilecek. Bunların 17.500'ü Bağdat'a, 4000'i de Sünni direnişin kalesi El Anbar eyaletine konuşlandırılacak. Bu askerlerin Irak'ta ne kadar süre kalacağı belli değil. Yapılan açıklamaya göre ilk birlikler 15 Ocak'tan itibaren yola çıkacak. ABD'nin yeni Irak stratejisi ulusal uzlaşıyı sağlaması için Irak hükümetine daha fazla baskı yapılmasını da içeriyor. Sünnilerin siyasi sürece katılımının artırılması için bir an önce eyalet seçimlerinin yapılması, petrol yasasının çıkarılması, eski Baasçıları yasaklayan kanunun yumuşatılması isteniyor.
Bush, konuşmasında Irak Başbakanı Nuri El-Maliki'yi uyararak "Irak hükümeti verdiği sözleri tutmazsa, Amerikan halkı ve Irak halkının desteğini kaybeder. Amerika'nın Irak için taahhütleri açık uçlu değildir." dedi. Yeni strateji uyarınca, Irak'a 1,2 milyar dolar ekonomik yardım yapılacak. Bush, ayrıca Irak hükümetinin de toplam 10 milyar doları kalkınma projelerine ayırmayı kabul ettiğini açıkladı. Bush yeni stratejsini açıklarken Suriye ve İran'ı da ağır şekilde suçladı. İran'ın Irak'taki mezhep çatışmalarını körüklediğini ileri süren Bush Suriye'nin de yabancı direnişlerin Irak'a geçmesine izin verdiğini savundu. Bush, Irak hükümetini desteklemeleri için Suudi Arabistan Ürdün ve diğer Körfez ülkelerine de çağrıda bulunarak onları "Bizim başarısızlığımız sizin için de tehdit oluşturur" diyerek uyardı.Bush konuşmasında sınırdaki sorunların çözülmesi konusunda PKK sorununa atıfta bulunarak Türkiye ve Irak ile birlikte çalışacaklarını söyledi ancak ayrıntı vermedi. Ancak PKK ile mücadelenin yoğunlaştırılması ve Kerkük konusunda Türkiye'nin hassasiyetlerinin dikkate alınmasının da ABD'nin yeni Irak stratejisinin bir parçası olduğu belirtiliyor.

1990 ALMANYALAR'IN BİRLEŞMESİ

Alman yeniden birleşmesi (Deutsche Wiedervereinigung) 3 Ekim 1990 tarihinde eski Almanya Demokratik Cumhuriyeti (genellikle "Doğu Almanya" olarak anılır) topraklarının Almanya Federal Cumhuriyeti'nin (genellikle "Batı Almanya" olarak anılır) topraklarına dahil olmasıdır.
Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin 18 Mart 1990'da yaptığı ilk serbest seçimlerden sonra, Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki görüşmeler Birleşme Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Alman Demokratik Cumhuriyeti, Almanya Federal Cumhuriyeti ve dört işgalci gücün "İki Artı Dört Antlaşması" olarak anılan anlaşma ile birleşmiş Alman devletine tam özgürlük bağışlamaktadır.
Yeniden birleşmiş Almanya Avrupa Topluluğu'nun (sonra Avrupa Birliği) ve NATO'nun bir üyesi olarak kalmaya devam etmiştir. 1990 yılında yaşanan olayların "yeniden birleşme" olarak mı yoksa "birleşme" olarak mı isimlendirilmesi hakkında tartışma vardır. Birinci halini öneren kişiler Almanya'nın 1871 yılındaki ilk birleşmesini neden göstermektedirler. Diğerleri ise 1990 yılında iki Alman devletinin büyük bir yapıda "birleşmesi" olarak görmektedirler, son şekilde bir birleşmenin Alman tarihinde hiçbir zaman olmadığını savunmaktadırlar. Politik ve diplomatik nedenleri için, Batı Alman politikacıları önemle "yeniden birleşme" terimini Almanların die Wende dediği olay öncesindeki çalışma süresince kullanmaktan kaçınmışlardır, genellike "Deutsche Einheit" veya "Alman Birliği" terimini kullanılmışlardır. Alman Birliği Hans-Dietrich Genscher'in uluslararası gazetecilerin önünde ona 1990'da olan "yeniden birleşme" hakkında sorulan soruya vermiş olduğu cevapta kulladığı terimdir.
1990'dan sonra "die Wende" terimi daha yaygın hale gelmiştir; terim genellikle birleşmeye yol açan olayları tanımlamak için kullanılır. Alışılmış bağlamda, başka bir anlam içermeksizin "(etrafında) dönme" olarak çevrilebilir. Ayırca Alman yeniden birleşmesi ile ilgili olaylara istinaden, Alman tarihindeki bu "dönüş" ile ilgili olayların kültürel imasını da taşımaktadır

SOVYETLER'İN DAĞILMASI VE SOĞUK SAVAŞIN SONA ERMESİ

Küçük İsviçre, kendisi katılmamakla birlikte iki dünya savaşında da yangının ortasında kaldı ve devler tarafından yutulmanın korkusunu yaşadı. Geleneksel tarafsızlık politikasının büyük devletlerce kabul görmesi, ülkenin işgaline karşı bir kalkan vazifesi görse de, İsviçreliler uzun yıllar bu ihtimali hiç göz ardı etmediler. Bir istila durumunda sivil güçlerin silahlı savunmaya nasıl katılacaklarından, halkın çeşitli ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına kadar bütün konularda ayrıntılı planlar geliştirildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra başlayan soğuk savaş döneminde ise İsviçreliler, gelecek bir savaşta kendilerinin de hedef olabileceği endişesini daha fazla yaşamaya başladılar. Tarafsızlık politikasına rağmen, İsviçre, bu dönemde ana politik tercihlerini ABD’nin öncülüğündeki kamptan yana kullanmış ve Sovyet sisteminin karşısında yer almıştı. İsviçre, soğuk savaş yıllarında, sıcak savaşın soluğunu hiçbir zaman olmadığı ölçüde ensesinde hissetti.
1990 yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve soğuk savaşın sona ermesiyle, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi İsviçre’de de ulusal güvenlik politikaları yeniden gözden geçirilmeye başlandı. Bunun günlük hayata da yansıyan sonuçları bugün artık açık bir şekilde gözlemlenebiliyor. Beobachter dergisince kapak konusu yapılan “Elveda Ordu” başlıklı bir araştırmada değişen İsviçre’yle ilgili çarpıcı bilgilere yer veriliyor.
Erzak karneleri, fırınlarda yakılmayı bekliyor
İsviçre’de İkinci Dünya Savaşı günlerinin de tecrübesiyle kıtlık günleri için hazırlanan erzak ve ihtiyaç karneleri soğuk savaş yıllarını kullanılmadan geride bıraktı.
Bern’in tam merkezindeki bir sivil savunma barınağında saklanan ve belediyelere göre ayrılan sayıları bir milyonun üzerindeki karne artık ömürlerini tamamlamak üzere. Durum diğer kantonlarda da aynı… Üç ay öncesine kadar bütün kantonlarda acil durumlar için hazır tutulan bu karnelerin tümü, İsviçre Hükümeti'nin talebi üzerine gelecek günlerde çöp yakılma merkezlerine doğru son yolculuklarına çıkacaklar.
Üç yıl öncesine kadar ise İsviçre Hükümeti’ne doğrudan bağlı ve oldukça büyük bir daire, bu karnelerin düzeni ve depolanan ihtiyaç maddelerinin sayımıyla görevliydi. Artık küçültülerek 34 kişiyle çalışan bu daire, özel sektörün de paylaştığı erzak ve yakıt depolama sorumluluğuyla ilgili işlerin koordinasyonundan sorumlu.
Soğuk savaş dönemindeki gizli tehdit karşısında İsviçre mahzenlerinde tekstil, deri, elektrik lambası, otobüs tekerlekleri ve gözlük camları gibi acil durumlar için gerek duyulabileceği düşünülen pek çok malzeme depolanıyordu. Bu çalışmalar büyük bir gizlik içinde sürdürülüyordu. İnsanlar, Lütisburg ve Surava gibi erzak mahzenlerinin isimlerini sesli bir şekilde telaffuz etmekten dahi çekiniyorlardı, çünkü vatan haini olarak damgalanma tehlikesi vardı.
Gizli mahzenler devrinin sonu
Bir zamanlar durum böyleydi... Sadece Berlin Duvarı’nın yıkılması değil, aynı zamanda parlamento ve hükümetin yöneldiği kemer sıkma politikaları da bu bir dönemin büyük önem verilen gizli erzak depolarının kaderini belirlemiş durumda. Yetkililer, günümüz şartlarında İsviçre’nin artık geniş çapta siyasal ve ekonomik izolasyon içinde erzak depolayarak kendini korumasının mümkün olmadığını belirtiyorlar. Halkın dört aylık zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilecek kapasitedeki bu gizli mahzenlerin de ortadan kaldırılması kararlaştırılmış durumda.
Bu politika değişikliğini rakamlara bakarak da görmek mümkün… İsviçre halkı 1990’da bu gizli mahzenler için vergiler yoluyla toplam 795 milyon frank öderken, bu rakamın 2003'te 132 milyon franka düştüğü belirtiliyor.
Sabun, çamaşır tozları, kömür, çay, kakao ve çeşitli tohumlar bulunan depoların hepsi 2003'te hemen hemen tamamen boşaltılmış durumdaydı. Önümüzdeki iki yıl içinde mısır, arpa ve yulaf gibi besin maddelerinin saklandığı, 2008’e kadar da metal, elektrik malzemeleri, akü, pil ve tekstil ham maddeleri bulunan mahzenlerin boşaltılması hedefleniyor. Fiyat dengelerinin zedelenmemesi için çok fazla miktarda bulundurulan ürünlerin adım adım pazara sunulması düşünülüyor.
Yeni kriz senaryoları ve ordunun küçülmesi
Yeni düşman tablosu bugün başka bir şekilde tasvir ediliyor ve yeni stratejiler de buna göre şekilleniyor. Günümüzde salgın hastalıklar, terör ve sabotajlara karşı korunmak gerekiyor. Bundan dolayı İsviçre bir süredir sayısı on binlere varan kan torbası, sars salgınına karşı 120 bin maskenin yanı sıra grip salgınına karşı antibiyotik ve ilaç depoluyor.
2010 yılına kadar on milyar frank değerinde ordu malzemesi satılmış olacak. Ordu gücünün sayısı ise şimdiden 800 binden 220 bine indirilmiş durumda.
Bugünlerde 90 bin metreküp çadır, yüz bin kullanılmış askeri kıyafet önümüzdeki aylarda yakılmak üzere bir araya getiriliyor. Ayrıca pek çok köprüye bağlanmış olan ve sınır koruma binalarında bulunan yaklaşık iki bine yakın patlayıcı madde etkisiz hale getirilecek ve yedi bin cephane imha edilecek. Sadece bu işleri yapmak yılda yaklaşık 20 milyon franka mal oluyor.
İsviçre Ordusu 30 "Tiger" uçağını Amerika Birleşik Devletleri ve Avusturya’ya sattı. Ordu Bakanlığı, elindeki "Leopard" panzerlerini de satışa sunmayı planlıyor.
İsviçre'nin en büyük emlak sahibi olan ordunun mülkiyetindeki toplam alan, Zug Kantonu büyüklüğünde. Yetkililer, ordunun hizmetindeki alanlarının yüzde 93’ünün imar planı dışında kalan bölgelerde olduğunu ve bundan dolayı satılamadığını açıklıyorlar. Satışa sunulabilen alanlardan ise yılda yaklaşık 30 milyon frank gelir sağlandığı tahmin ediliyor.
Yaşananlar, İsviçre ordusunun müzeye kaldırılmasını talep edenlere olumlu cevap verildiğini gösteriyor. Ancak, ordunun kendini ufaltması süreci, geleneksel ordu temposuna pek uymayan o kadar büyük bir hızla işliyor ki, en ateşli savaş karşıtları dahi bu kadarını hayal etmelerinin mümkün olmadığını açıkça itiraf ediyorlar.
İlaçların çoğu imha ediliyor
Hükümetin tasarruf politikasının alınması kolay olmayan bazı kararları da beraberinde getirdiğini vurgulayan yetkililer, depolarda bulunan ilaçları insani yardım amacıyla kullanamadıklarını belirtiyorlar. Yetkililer, ilaçların kullanım tarihleri konusunda sorumluluk taşıyamayacaklarını dillendirirken, aynı sorunun bakımlarından emin olamadıkları çeşitli tıbbi araçlar için de geçerli olduğunun altını çiziyorlar. Bununla birlikte, kullanılabilir durumda olduğu kuşku götürmeyen malzemeler hemen değerlendirilmeye çalışılıyor. Örneğin yeraltında bulunan toplam 12 hastanenin altısının kapatılmasının ardından, kısa bir süre önce Ukrayna’ya sadece yüzlerce hastane yatağı gönderildiği biliniyor